FABRİKA KIZI

1970 lerin başında Edirne’de ihracata yönelik bir fabrika kurduk. Edirne o zamanlar, Hakkari gibi az gelişmiş bölgeydi. Balkan Savaşında (1911) Bulgarların çetelerden oluşan derme çatma ordusu koca Osmanlı İmparatorluğunu yenip İstanbul önlerine kadar gelince o kadar korkmuşuz ki, oralara hiç ama hiç yatırım yapmamışız. Fakir bırakmak, herhalde o zamanlar bir askeri savunma yöntemiydi. Şehirde tek bir taksi mevcuttu dersem, geri kalmışlığın derecesini anlatmış olur muyum? Başlamamıza bir iki hafta kala Refik amcam son durumu görmeye geldi. Endamlı fabrika binasının yanında gördüğü birçok özensiz kulübenin ne olduğunu sordu. “Onlarda işçi ve usta eğitimi yapıyoruz,” dediğimde, memnun kalmadı ve “Neredeyse fabrikanın kendisi kadar yer kaplıyorlar. Fabrika mı, kurduk, okul mu açtık,” dedi. “Aynı anda dört yüz elli kişi eğitiyoruz, yani ihtiyacımızın iki misli,” dediğimde, kızdığını gördüm “Pahalı çalışan verimsiz bir fabrika kuruyoruz. Neden iki misli?” “Çünkü üç beş günlük basit işçilik eğitimlerine bile ayak uyduramayıp, bizi terk eden çok. Bu eğlenceli sayılacak küçük dersleri yadırgıyorlarsa, gece vardiyasına nasıl gelip gidecekler? Verimliliğin, disiplinin ve kontrollerin baskısına nasıl dayanacaklar?” dediğimde amcam “İşimiz zor,” deyip konuyu kapattı. Yöneticilerimden birkaçı, çiftçilerin, yılın yarısında boş oturduklarını, tembelliğe alıştıklarını ve bu yüzden fabrika hayatını beğenmediklerini ileri sürdü. Onlara sağlık sigortası ve emeklilik garantisi olmayan insanların korkularını anlattım ve fabrikanın verdiği bu hayat kurtarıcı imkanları tepmek için başka engellerin mevcut olması lazım, dedim. İnsan gruplarının davranışlarını, tembellik veya cahillik veya aptallık gibi aşağılayıcı düşüncelerle açıklayanların hep aldandıklarını gördüm. Nitekim Edirneliler fabrikayı başarıyla dünya standartlarında çalıştırdılar.

Geçen gün Edirne’den Ahmet Çîğîrdaşman Hudut gazetesini gönderince yarım yüzyıl önceki heyecanlarımı hatırladım. Okuyun, gazeteci İsmail Demiray yazmasını biliyor. Bezmenleri değil, Türkiye tarihini yaşayacaksınız. 

FABRİKA KIZI

Kör Rasim yağmurlu ve soğuk bir günün ardından ıslanmış ve üşümüş bir şekilde koca kısrağının çektiği talikasıyla hızlıca giriş yaptı köşedeki evine. Bağlıkta budama yaparken gözüne batan bir asma çubuğu nedeniyle sağ gözü hasar görmüş, o günden sonra adı Kör Rasim kalmıştı.

Karısı Kara Sebahat kapattığı dış kapının ardından kısrağı çözmekte olan adamına yardım etmek için sokuldu. Kısrağı ağıra doğru sürüklercesine çeken kocasının ardından endişeli gözlerle baktı bir süre Kara Sebahat. “Adam üşümüş belli, yağmur da hiç dinmedi mübarek sabahtan beri ya” diye söylendi.

Üşümüş ve morali bozuk kocasının durumu değildi onu asıl endişelendiren. Konuşulması gereken konu günlük sıradan bir şey olsa gece nasılsa bir ara adamının koynuna sokuluverir, evlendiği günden beri hayır nedir bilmeyen adamının gönlünü yaptıktan sonra sabah işe giden kocasına açıverirdi konuyu.

Bu sefer konu önemliydi inadına. Adamın da yumuşayacağı yoktu ama nasıl halletmeliyim bu kızın fabrika işini diye bir aydır kara kara düşünüyor bir türlü çıkış yolu bulamıyordu. Edirne’de yeni kurulan Mensucat Santral Fabrikası il’in her yerinden işçi aldığı gibi yaşadıkları Kıyık semtinden de özellikle gençleri işe alıyordu.

16’sına yeni basmıştı en büyük kızı Ömrüye Kara Sebahat’ın. 14’ünde ikincisi Hayriye, 11’inde üçüncüsü Şaziye hepsi kız. Adamı pes etmişte artık erkek çocuk aramaktan. Her gün sabah gün doğarken koştuğu talikasıyla ekmeğinin peşinde koşmasıyla gurur duyuyordu adamının. Bağlıkta iki dönüm bağlarının da katkılarıyla kızancıklarını bu yaşlara getirmişler, 17 senelik evlilikleri bu günlere gelmişti.

Mahallenin komşu kızları başlamıştı bile çalışmaya. Verdikleri aylık da bayağı iyi idi. Üstelikte hepsi sigortalıydı. Kendi kızı Ömrüye de fabrikaya gitmek için dünden razıydı da babası bir türlü razı gelmiyordu. “Neymiş efendim fabrikaya giden kızlar orospu olurmuş.”

“Doğru yoluna gidene bir şey olmaz” diye çok yalvarmış ama nuh diyor, peygamber demiyordu adamı. “Şişko Ayten’in bacaksız kızı bile işe alınmıştı da benim kızımın nesi eksik?” diye adamına kızmaya başlamıştı artık.

Kara Sebahat’ın aklına fabrikada yeni işe başlayan erkek kardeşi Yusuf geldi. Geçen yıl askerden gelen kardeşi baba mesleği olan tenekeciliği yapmamış, açılan fabrikaya lise mezunu olduğu için ambar memuru olarak işe başlamıştı. Eniştesi ile iyi anlaşırlardı. Zaten bu fabrika işini kızı için en çok isteyen kardeşiydi. Onların aklına bunu o sokmuştu.

O akşam kümesten kendi eliyle kestiği kart horozdan bir sini pomak kapaması yapan Kara Sebahat yemeğe kardeşi Yusuf’u da çağırmıştı. Tembihli olan Yusuf gelirken Kıyık’ta köşedeki bakkaldan bir buçuk kiloluk bir “Hitit” şarabı sardırmıştı gazete kağıdına, komşular görmesin diye.

İşten her zamanki gibi yorgun dönen Kör Rasim kara kısrağı talikadan çözmeye uğraşırken porda kapıdan süzülürcesine gelen kayınçosu Yusuf’u görünce yüzü gülüverdi. “Kayınçom boş gelmez, ya kısmet” diyerek ağzını şapırdattı.

Koca bir sini kapamanın yanında açtıkları “Hitit” şarabı yarıya indiğinde evin içinde inadına yanan saç sobanın verdiği rehavetle kafaları olmaya başlamıştı şarapçıların.

Ablasının göz işaretiyle konuya giriverdi kayınçosu;

“Enişte Ömrüye yeğenim için iş başvurusu yaptım, yarın onu işe götürüyorum, bilgin olsun. Dokumada tamamı kızların olduğu bölümde işe başlayacak.”

Kanı beynine çıkıverdi Kör Rasim’in. Kıpkırmızı olmuştu anında. “Bak kayınço kalbini kırmak istemem, bir daha açma bu konuyu. Kahvelerde neler konuşuyor millet bir bilsen?”

Yusuf ümitsiz bir şekilde sofrayı kaldırmak için gelen ablasına doğru bir bakışla ayağa kalkarak; “Bu konuyu bir daha konuşun kendi aranızda” diyerek iki sokak ilerideki anasının evine doğru yola koyuldu.

Kemal Köyü  (Edirne)

Kara Sebahat düşünceleri ve kocasının içtiği şarap nedeniyle üst perdeden horlaması nedeniyle sabaha kadar yatağında döndü durdu. Ama bir karara da varmıştı, uygulayacaktı.

Ertesi gün akşam eve gelen adamına daha koca kısrağı çözmeden yanına giderek seslendi;

“Bak adam 17 senedir önünden geçmedim. Hiçbir kararına karşı çıkmadım. Üç tane kız evladımız var, büyümekteler. Yokluk nedeniyle büyüğü okutamadık, diğerleri de okuyamayacak böyle giderse. Yarın Ömrüye’ye izin vermezsen işe gitmesine, ben gidiyorum fabrikaya işe girmek için bilesin.”

Ertesi sabah evin büyük kızı Ömrüye sabah erkenden Yusuf dayısıyla birlikte Kıyık’ta fabrika otobüslerine doğru giderken ahırdan koca kısrağı çıkarmaya çalışan Kör Rasim büyük kızının fabrikaya gitmesine içten içe kızsa da karısı Kara Sebahat’ının evinde onu bekleyecek olmasına bir o kadar sevinmişti.

2 yorumlar

  1. Halil bey emeğinize sağlık. Mensucat Santral ve Halil Bezmen isimleri Edirne de çok yankılanmıştır. Ama duygusal anlamda ilk defa Edirne tarihine notlar düşülüyor.

  2. Mensucat Santral fabrikasını satıldıktan sonra gezdim , Avrupa ‘da böyle bir tekstil fabrikası yoktur. Çok büyük bir fabrika , o merdaneler anlatılmaz, görülmesi lâzım. Ham pamuk girerken ayrışması sonunda istenilen nitelikte tasarımlarına uygun kaliteli tekstil ürünleri. Geçmişin üretici zihniyetleri …gördüğüm için şanslıyım.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.