Şiddet devletin tekelindedir!

Bu yazımda ‘Şiddet devletin tekelindedir,’ NO2 TEMEL KURALINI  ’12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’ ni konuşacağız.

Askeri Darbe tabii ki kötü bir şeydir ama 12 Eylül 1980 de memleketin durum o kadar kötüydü ki askeri darbe o gün herkesi rahatlattı. Evet, o günlerde memnun olmayana rastlamıyorduk çünkü elli milyonluk Türkiye’de her gün yirmi beş genç birbirini vuruyordu. Şiddet sokağı sarmıştı. İç savaştan bahsetmeye başlamıştık. Darbe sayesinde şiddetin tekrar devletin kontrolüne girmesine sevindik. Can derdine düşmüştük, demokrasimizin kalitesi düştü diye ağlaşacak halimiz yoktu.

Birkaç yıldır sağcılarla solcular birbirini öldürüyordu. Ben kendimi sosyalist zannediyordum ama sol terör örgütleri fabrikaları işgal edince ve patronları öldürmeye başlayınca ideolojik kuramlar şakaya dönüştüler. Fabrikalarımız silahlı işçiler tarafından işgal altındaydı. Sıcak yemek ve maaş uğruna iş başı yapılıyordu ama sekiz saatlik vardiyalarda günde üç kez üçer saat duruyorlardı. Üretimin yarısı çöp oluyordu. Aslında şirket batmıştı ama kalabalıkla birlikte akıp gidiyorduk. Ne kadar zarar ettiğimizi amcama söylediğimde, “Sen de üzülmek istemiyorsan şirketin hesaplarına bakmayıver,” dedi. Şaşırdığımı görünce de “Büyük Dünya Krizinde 1929 da babam da üç yıl bilanço çıkarmadı,” diye ekledi. Alay mı ediyordu, bezgin miydi anlayamadım.

Sol örgütlerin elinde bulunan ‘Öldürülecek İş İnsanları’ listesindeydim. Baştakiler öldürüldükçe benim adım yukarıya doğru ilerliyordu. Sonunda vurdular tabii. Üstünde ‘Bezmenlere Ölüm!’ yazan kocaman da bir karton levha bıraktılar. Halkı sömürme suçundan yargılanıp ölüme mahkum edilmişim. Devrim mahkemelerinden biri tarafından. Az tanınmış bir terör örgütüydü ve bu suikastı herhalde ünlü olup üye kazanmak için yani propaganda maksadıyla yapmıştı. Rekabet hayatın motoru! Ölümün de!

Bana benzediği için yanlışlıkla müdürlerimizden Ahmet Özuzun’u vurdular. İlk üç kurşun patlamadı. Katil koştu, şoföründen yeni bir tabanca alıp, iki metre mesafeden üç el ateş etti. Kurşun deldi geçti ama sevgili dostum çok sağlam. Sık sık konuşuyoruz.

Buraya kadar Türkiye Tarihiyle Bezmen Tarihi aynı trende gidiyorduk. O lokomotif, biz vagon! Darbeden üç ay sonra biz tutuklandık. Türkiye’de tek tutuklanan iş insanları olduk. Tek olmamız ilginç! Aile ve müdür dokuz kişi. Büyük bir askeri operasyon yapıldı. Bütün evlere, iş yerlerine ve fabrikalara girildi: Kapıları silahlı askerler tutarken, içerilerini polis korumasındaki Hesap Uzmanları araştırıyordu. Yalnız Kazlıçeşme fabrikasından iki kamyon evrak dolu çuval götürdüler. İstisnasız bütün gazeteler bizi birinci sayfalarından kötü insanlar olarak tanıttılar ve haftalarca devam ettiler. Bir tek Tercüman Gazetesi “Delirdiniz mi, Bezmenler tutuklanır mı?” diye yazdı. Ne aradıklarını tabii öğrenemedik ama gazetelerin yazdıkları şöyleydi:

  1. Bir müdürümüz şantaj yapmıştı ve ona para ödemeyi kabul etmeyince bizi askere ihbar etmişti. Komutanlardan biri akrabasıydı.
  2. Mektubunda ihbar ettiği büyük vergi kaçakçılığından yüklü bir muhbir mükafatı bekliyordu.
  3. Cumhuriyet Gazetesi bizim Edirne Fabrikamızın yardımıyla iki kişinin izinsiz yurt dışına çıktığını yazmıştı.
  4. 5000 devlet personeli operasyonda görev almıştı. (Bence 5000 rakamı abartılıydı ama yalanlama gelmedi.)
  5. Edirne’ye fabrika kurmamızın sebebi ünlü Lale Çarşaflarımızın Avrupa’ya ihracatı değil, Bulgar sınırından terörist, silah ve döviz kaçırabilmek içindi.

Ordunun bu kadar büyük bir saldırı yapması için, Bezmenlerin yıllardır süren sağ-sol çatışmalarının finansörü, hatta belki organizatörü olduğuna inanmış olması lazım. Hiçbir kanıt yokken böyle bir masalı, kendi istihbarat servisine (MİT) sahip olan Silahlı Kuvvetler nasıl inandı? Bu olaydaki tek önemli laf budur; gerisi magazindir. İddialardan hiçbiri doğru çıkmadı tabii. Kazanlarda buhar üretmeye yarayan mazot, o zamanlar karaborsadaydı ve onu ödemek için bir miktar ipliği faturasız satıyorduk, hepsi buydu.

İki ay sonra çıktığımızda, artık sessizice değil, açıkça batmıştık. Devlet çıkıp “İç çamaşırlarına kadar inceledik, bunlar fevkalade insanlarmış meğer,” deyip özür dilemedi, tabii. Bezmenlerin Türkiye’nin düşmanı olduğunu ama herkes duymuştu ve inanmıştı. Elemanlarımız kaçtı, müşteriler korktu, bankalar yüzümüze kapandı, devletin her kademesi zorluk çıkardı. Örneğin Merkez Bankası ihracattan bize gelen dövizlerin üzerine oturdu. Başkanı aradım. Benimle görüşmeyi kabul etti. O kadar itibar kaybetmiştik ki, şaşırdım. Başkan yetkiliyi çağırıp “Bezmenlerin parasına neden el koyuyoruz?” diye sordu. Adam “Kim bilir bunların ileride ne büyük suçları ortaya çıkacaktır, önlem alıyorum,” deyince, Başkan “Belki ileride benim de yolsuzluklarım ortaya çıkacak, maaşıma şimdiden tedbir koysana,” diye sinirlendi.

Üretir durumda dört fabrika sattım; içindeki iki bin çalışanıyla birlikte. O parayla geri kalanını kurtardım. Asker yine iyiymiş; hatasını gördü ve bizimle uğraşmayı bıraktı. Normalde insanlar aldandıklarını gizlemek için masum olanı karalamaya çalışırlar. Bunun için iftiralar ve komplolar tezgahlayıp “O gün söylemiştik. Şimdi gördünüz mü bu Bezmenlerin ne kadar kötü olduklarını?” diyebilmek için yıllarca uğraşırlar. 1990 ların başında medya destekli bir iş insanları saldırısı daha oldu. Düşene vurulmaz denir ama onlar yirmi yıl süreyle tecavüze devam ettiler. Babamın cenazesinde bile durmadılar. Asker yine insaflıymış.

Evine silahlı insanların girdiğini ve yatak odasını karıştırdıklarını gören annem kalp krizi geçirdi ama çabuk düzeldi. Refik amcam ise göz altına alınınca yıkıldı. Askeri hastaneye kaldırıldıktan sonra, kapısına bir de nöbetçi diktiklerini gördü ve bu son hakareti hazmedemedi. O kendini Cumhuriyetin kurucuları arasında görüyordu. Atatürk’le görüşenlerdendi. Atatürk’ün verdiği görev üzerine Cumhuriyetin ilk fabrikalarından birini elleriyle kurmuştu. 1929 daki imkansızlıklar içinde, fabrika ancak ellerinle ve sabahlara kadar çalışarak doğardı. Çocuk doğurmanın bütün acıları ve tehlikeleri yüzünden bu iki doğumu birbirine benzetirim.  Ömrünü vakfettiği fabrikaları haraç mezat satışım, kim bilir hangi hatıralarını canlandırmıştır? Şimdi hayatının eserlerini ‘onlardan kurtulmak için’ satıyordum. “Maaşları zor ödüyorum, her an durmak zorunda kalabiliriz ve o zaman bir de kıdem tazminatı borcu çıkacak,” diyordum. Onun gurur duyduğu fabrikaların pek bir para etmediğini de fark ediyordu. Kendimi bazen vahşi bir insan gibi görüyordum.

Amcam bir daha fabrikaya ayak basmadı. Odası öyle bıraktığı gibi kaldı. Otuz altı ciltlik antika ansiklopedisini ben aldım ve onlar için özel raflar yaptım. Yalnız köpeklerini gezdirmek için evden çıkıyordu. Bir iki müziksever dostunun dışında kimseyle görüşmüyordu. Küsmüştü. Hava güzel olunca sandalla balığa çıkıyordu ve öğlen yemeğine geldiğimde bana taze balık yediriyordu. İşte böyle bitti her şey. Kısa süre sonra öldü, Refik amcam. Bence kahrından öldü.    

Halil Bezmen

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir