“İçimdeki Ben”den (1919)

Marmara Denizi’ni seyrediyorum. Şubat ayının Lodos rüzgârı güneşin doğuşunu, fazla üşümeden seyretmeme imkân veriyor. Topkapı’nın hemen altında ki surların üstünde yürüyordum. Bizans İmparatoru Theodosius, sarayının yakınındaki duvarı yüksek tut muş, diye düşünüyordum ki denize bir şeyin atıldığını duydum. Sudaki hareketinden önce bir bebek sandım. Sonra sivri kulaklarını görünce, kedi olduğunu anla dım. Güzel yüzüyordu. Arkasından gelen dalgalar da ona yardım ettiğinden hızla yaklaşıyordu. Sahile gelince ne yapacağını merak ediyorum: Dört metrelik dimdik surları tırmanabilir miydi? Tahta olsaydı, o muhteşem tırnaklarıyla işi kolaydı ama taş duvarı nasıl yenecekti? Birdenbire onu surun dibinde gördüm ve düz yolda koşarmış gibi dik duvarı hızla tırmandı. Bir iki saniye için de tepedeydi. Ölüm korkusu, işte!

Yanına gittiğimde, büzülmüş titriyordu. Korkudan mı, buzlu su banyosundan mı? Elimi uzattığımda kaçmak için duvardan aşağı bir göz attı ama denize atlamadı. Tüyleri ıslanınca küçücük olmuştu. Sıçana dönmüş, derler ya, işte öyle. Kucağıma aldım ve ceketimin içine soktum. Tenime değer değmez titremesi aniden geçti. Demek soğuktan değil korkudan titriyormuş, zavallı.

Eve götürüp onu kurulayınca tüyleri kabardı ve ihtişamlı bir beyaz kedi ortaya çıktı. Annem ‘Bak çekik gözleri var, Ankara kedisi bu,’ dedi. Uzun beyaz tüyleriyle kasıla kasıla odayı iki kez dolaştı, her köşeyi kokla yarak teftiş etti ve sonra bize bakmadan sobanın yanına uzandı. Bana teşekkür etmesini beklemiyordum tabii.

Okşarken tırnaklarından dokuzunun kırılmış olduğunu fark ettim. Duvarın en üst taşını son tırnağıyla aşmıştı. O tırnak yarım saniye önce kırılsaydı denize geri düşecekti. Mücadeleci olmak yetmiyor, şans da lazım. Bizans İmparatoru Theodosius, surları yükseltmek için bir sıra taş daha eklemiş olsaydı, onuncu tırnak da kırı lacaktı. Tırnaklarıyla hayata tutunuyor, dedikleri böyle bir şey olmalı.

Adını Elliyedi koydum. Nasıl 57. piyade alayı Çanakkale’de kahramanca savaştıysa, kedicik de kahra manca mücadele etmişti.

Elliyedi’yi koynumda ısıtırken aklıma bir soru geldi: Almanya, Avusturya ve Bulgaristan bizimle birlikte savaşı kaybetmişlerdi. Onlara mümkün olan en ağır ceza verilecekti ama devlet olarak yaşamalarına izin verile cekti. Oysa Türkiye için düşünülen işlem cezalandırmak değil, yok etmekti. Petrol olmadığı için kendilerine toprak istemiyorlardı ama parçalayarak imha edecek lerdi: Doğumuz Ermenilerle Kürtlerin arasında bölü necekti. Batımız da Yunanistan’a verilecekti. İstanbul’a uluslararası bir yönetim düşünülüyordu. Bizim ise Orta Anadolu’da denizi olmayan bir küçük toprak parçasına hapsedilmemiz, dünyanın sonuna kadar bir daha sesimizin duyulmamasını sağlayacaktı.

Tamam da niye? Bu yeni kurdukları üç devleti tek bir Türkiye’den daha mı kolay yöneteceklerini öngörü yorlar? Bizim bugünkü bitik hâlimizden kurtulup bir gün başlarına bela mı olacağımızı hesaplıyorlar? Eğer bu kadar ileriyi düşünebiliyorlarsa, aferin onlara! Bende onlar gibi, bir gün Türkiye’nin tekrar güçlü olacağına inanıyorum ama kimseye söylemiyorum ki beni de En ver Paşa gibi şaşkın bir hayalci sanmasınlar. Arkadaşları mın en cesur olanları bile, kendimize o kadar az güveni yorlar ki Amerikan mandası istiyorlar. Onları başımıza kayyum seçecekler, yani. Biz dadıyla terbiye edilecek kız çocuğu muyuz? Bence, diğerlerinden daha ileri görüşlü olan İngilizler uyuyan gücümüzün farkındalar ve hazır imkânları varken, bizi parçalayarak bin yıldır başlarını ağrıtan Türk sorununu kökünden halletme niyetindeler.

Sebep, sebep, sebep! Ben böyleyim, ille de sebep aramalıyım. Belki de bizi yok etmek isteyişlerinin bu kadar derin sebepleri yoktur: Sadece yapabildikleri için yapıyorlardır. Bu beyaz kediyi denize atanın da derin bir sebeple hareket ettiğini sanmıyorum. Yapabiliyordu ve yaptı. O kadar!

Amerikalıların Anadolu’daki durumu ilginç. Son dakikada Avrupa’da savaşa girdiler ve Almanya ancak öyle yenilebildi. Bizimle hiç çarpışmadılar. Onlar Evangelist kiliselerinin misyoner okulları, yetimhane leri ve hastaneleriyle zaten her yerdeydiler. Amerikan devleti değil, Amerikan halkı büyük bağışlar yaparak bu dini yaymaya çalışıyordu. Hiçbir Müslümanın din değiştirmeyeceğini iyi bildiklerinden, bütün gayretleri Gregoryen Hristiyan olan Ermenileri Evangelist Hristiyan yapmaktı. Dünyanın en gelişmiş ülkesi olarak bilinen Amerikan halkı Osmanlı’da bir mezhep savaşı sürdürüyordu. Yirminci yüzyılda! Haçlı Seferlerinden 900 yıl sonra! Hayreti uzma! Dinin insanlar üzerinde ki gücü korkunç. Ermeni ayaklanmalarının finansmanı misyonerlerle oldu herhalde. Duyduğum kadarıyla, Anadolu’da Ermeni nüfusu azalınca, müşterisizlikten kapananlar varmış şimdi.

Dünyanın en büyük imparatorluklarından birini altı yüz yıl yaşatmış olan Türk toplumunu siyasi haritadan silmeye kalkmak zor bir hedef değil midir? Zorlukları görmüyor olabilirler mi? Ben bu kararlarını mantıksız buluyorum. Duygusal yani! Koca İngiliz İmparatorluğu duygusal bir dünya politikası izleyebilir mi? İngiliz Baş bakanı Lloyd George’un Türklere duyduğu nefret bilini yor ama demokrasilerin en önemli avantajlarından biri yöneticilerin kişisel duygularını denetleyebilme yeteneği değil midir?

Belki Lloyd George’un nefreti Avrupa halklarının da kalplerine yayılmıştır? Yunanistan’daki Mora ayak lanmasını ve Bulgaristan isyanını kanlı bir şekilde bas tırmamızı affetmediler. Sanki ayaklanmaları kansız bastırmak mümkünmüş gibi bize barbar ve vahşi dam gası vurdular. Müslüman köylerini katleden silahlı is yancılara karşı şefkatli bir bastırma yöntemi var mıdır ki? Gülünç ama gerçek! Bence düşmanlıklarının en büyük sebebi Sultan Abdülaziz zamanında bize verdikleri borçların faizlerini bir süre ödeyememiş oluşumuzdur. Londra’da ve Paris’te halk sokaklara dökülmüş, hükümetler sarsılmıştı. Sonra ödendi tabii ama o arada nefret tohumları ekilmiş oldu. Bulgar kanı önemli ama İngiliz’in parasının zamanında ödenmesi daha önemli. Bunu unutmamaya dikkat etmeliyim.

İstanbul’un dünyanın casusluk merkezi hâline geldiği söyleniyor. Doğru olabilir. Herkes burada. Son altı ayda, dünyada olup bitenler hakkında, bütün ömrümde öğrendiğim kadar bilgi edindim. Birçok merak ettiğim suale cevap buldum ve birçoğunun da cevabının olmadığını fark edip o konularda kafa yormaktan vazgeçtim. Örneğin bu dünya savaşının niye çıktığını bir türlü anlayamıyordum. Avusturya veliahdı Sırbistan’da bir suikastçı tarafından öldürüldü diye Avusturya Sırbistan’a savaş ilan etmişti. Bu kadar sıradan bir olay için savaşılır mıydı? Üstelik de bu veliaht hiç sevilmeyen biriydi ve ondan kurtulduk, diye halk sevinmişti. Hadi o iki devlet kavga ediyor, diğerlerine ne oluyordu? Demek ki fırsat bu fırsat, Roma İmparatorluğu çökeli beri sü ren İngiliz’in Fransız’la; Fransız’ın Alman’la; Alman’ın Rus’la; Rus’un Avusturyalıyla; Avusturyalının İtalyan’la ve Bulgar’ın Yunan’la kavgaları tekrar patlak vermişti. Bu kalabalık yetmezmiş gibi bir de Japonya İngilizlerin tarafına katılmıştı. Doğu Akdeniz’e hâkim olan Alman denizaltılarına karşı savaşmak için dünyanın öbür ucun dan Japon zırhlıları çağırılıyordu. Onlar da Çin’i soyarlarken Batı’dan bu talana karşı çıkan olmasın, diye ortak olmuşlardı.

Anlıyorum ki Büyük Savaş’ın esas sebebi sanayi devriminin getirdiği zenginliğin paylaşım kavgasıymış. Ülkelerarası rekabet! Daha doğrusu her ülke zengininin diğer ülkedeki rakip zenginle hesaplaşması. Emperyalist devletlerin birbirlerinden pay kapma mücadelesi! Emperyalizm zaten budur: Uluslararası alanda diğerinin malına saldırma fırsatını kaçırmamak! Kapitalizm de bu zenginleşme yarışını hızlandırıyor. Böyle olunca yalnız komşu devletlerin değil, ülke içinde de zenginliğin paylaşımı kavgaları yaygınlaşmış ve bazen kanlı grevle re dönüşmüştü. Zenginleşme rekabetinden Amerikan Konsolosu’na bahsettiğimde, Başkan Wilson’un aynı görüşte olduğunu ve ‘Bu vahşi savaş liberal demokrasiyi Alman askeri diktatörlüğünün saldırganlığına karşı ko rumak için yapılmıyor. Bu yalan bir propaganda iddiası dır. Savaşın gerçek sebebi İngiliz ve Alman devletlerinin ekonomik rekabetidir. İngilizler dünyanın sahibiydi; Almanlar da dünyayı ele geçirmek istiyorlardı. Özet bu dur.’ dediğini anlattı.

Osmanlı’yı zenginleşmek diye bir devlet politikamız hiçbir zaman olmadı. İlginç!

Biz fakirdik ama iki değerli malın sahibiydik: Rus lar Boğazlardan serbest geçiş, İngilizler ve Fransızlar topraklarımızdaki petrolü çıkarabilme haklarını istiyorlardı. Bu ticari sorunlar savaşmadan diplomatik yollardan hallolabilirdi. Yani bence bu zenginleşme rekabetinde aslında bizim yerimiz yoktu. Biz teknik olarak ve servet birikimi olarak o kadar gerideydik ki yarışa giremezdik bile. Savaşın dışında beklememiz şarttı ve kesinlikle mümkündü.

Hadi diyelim ki egemen bir devlet olmadığımız için kenarda beklememize izin verilmedi. İlk bakışta Al manlarla birlikte girmemizde bir mahsur yoktu çünkü onların kazanma ihtimali daha yüksekti. Eğer Amerika, İngilizlerden yana katılmazsa, tabii! Oysa Amerikan halkının önemli bir bölümü savaşın ilk gününden itibaren İngiltere’ye yardım edilmesi gerektiğini bağırmaya başlamıştı. Ne olacağı bence belliydi. Annem ‘Görünen köye kılavuz istemez,’derdi herhalde. Ne var ki biz görü nen köyü görmüyorduk. Devletin üst kademelerini, bu görüşümün doğruluğuna ikna edemiyordum. Ah, anne ah! Sen şimdi yanımda olsaydın ‘Kılavuzu karga olanın burnu boktan çıkmaz,’ dedikten sonra yüzün kızarır ve elini ağızının önüne koyup ‘Tövbe, tövbe!’ diye mırıl danırdın.

Körlüğümüzün nedenini çözemiyorum. Daha da önemlisi, zaferde bile kazançlı çıkamayacağımız bir savaşa niye girdik? Hırs mı? Aptallık mı? Hırs da zaten bir aptallık türü değil midir?

İngilizler, hiçbir Yunan gemisinin Boğaz’a sokma yacaklarına söz vermiş olmalarına rağmen, ünlü Yunan zırhlısı Averof’un Dolmabahçe Sarayı’nın önüne demirlemesine izin verince, gerçek niyetleri belli oldu. Her gece İstanbullu Rumlara ziyafetler vererek halkı aşağılı yorlar. İçkili erkek ve kadınların kahkahalarının bütün Boğaz’da çınlaması bence bize artık bir sömürge halkı gibi baktıklarını anlatmanın, Makyavel(1)ci bir yöntemini görüyorum. Uygarlığın inceliklerinden biri budur:

1(e.n.)Makyavelizm: Politikada, amaca ulaşmak için ahlâka aykırıda olsa, her türlü aracı hoş gören anlayış, demektir.

Üstünlüklerini kaba bir sopayla değil, şuh kahkahalarla hatırlatıyorlar.

1 yorumu

misafir için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.