Poyraz, Gün Doğrusu, Lodos, İmbat! Hâkim Rüzgâr Hangisidir?

“Dünya nereye gidiyor?, Türkiye nereye gidiyor?, bizim aile nereye doğru sürükleniyor? Bu suallerin benzerini aklından geçirmeyen yoktur.” diyerek geçen yazımı bitirmiştim. Dünyanın ve Türkiye’nin nereye gittiğine önce bir göz atalım. Kısacası “Dış Politikaya” bir bakalım, derim.

Dünyanın gidişatını etkileyen 1.000 etken vardır ama bu gidişatı etkileyen önemli etken “Süper Güçlerin” davranışlarıdır. Dünyada çok güçlü sayılabilecek 20 kadar ülke vardır ama süper güç olmanın ise bir koşulu var: Kuralları koyma ve kurallara uymama hakkı! Amerika’ya iki yüzlü diyen esas işi anlamamıştır. Süper Güç olmanın üstünlüğü nerede kaldı? Eğer istediğine istediği gibi davranamayacaksa. O, bir tür kanun üstü kurum. Mafya gibi! Dünyamız organize suç örgütleriyle doludur ama mafya olmak için kanun üstü olmak gerekir ve bu da ancak devletin ilgili kurumlarını ele geçirerek olur. Amerika’nın mafya tarihi, polisin, savcının, yargıcın veya senatörün satın alınmasının hikayesidir, o kadar.

ABD ve Çin birer Süper Güçtür ama Rusya teknolojik geriliği yüzünden biraz geride kalmış durumda. Dünyanın ilk uluslararası Süper Gücü İngiltere’ydi. Yöresel güç olmak yetmez, Süper Güç mutlaka global olmalıdır. Almanya Avrupa’nın ve Japonya Doğu Asya’nın en güçlüleridir ama bir Süper Güç olma politikaları yoktur. Oysa isteseler belki de Rusya kadar Süper Güç olabilirlerdi. Osmanlı da onlar gibi Orta Doğunun ve Balkanların büyük gücüydü, yani yöreseldi. Tercihi oydu ve bu yüzden denizlere açılmadı. Kanuni Sultan Süleyman devrinde Pirî Reis’le birlikte Basra’dan Hindistan’a açılabilirdi, sömürgecilik işine girebilirdi. O günün koşullarında bunu yararlı bulmadı. O dönemde İspanya, Portekiz, Fransa ve Hollanda global güç olmayı denediler ama bunu sadece İngiltere başardı.

İran, Çin ve Hindistan’la birlikte dünyanın en eski üç devletinden biridir. Bu 3.000 yıllık kültürel zenginliğe ek olarak da topraklarından petrol fışkırdı. Batı, bu güçlenme olasılığından korktu ve bölgede ikinci bir Rusya’nın doğmaması için çok çaba sarf etti. Sonunda 1979’da Şah’ın yerine Paris’te hazır beklettiği Ayetullah Humeyni’yi iktidara oturttu. Din, hâlâ Orta Doğunun yumuşak karnıdır ve bu yüzden hem Afgan Kralı hem İran Şahı Pehlevi Atatürk’ü ziyarete gelirlerdi ve şu “Laiklik” denilen sihirli değneği nasıl kullandığını ona sorup dururlardı. İran, anayasal bir cumhuriyettir ama demokratik değildir. Çünkü laik anlayışa geçememiş ve biraz da bu yüzden potansiyelini kullanamamış bir yöresel güçtür.   

Türkiye’nin gidişatında ağırlık bizim dış politikadaki ustalığımıza bağlıdır. İç politika diye bir şey vardır tabii ama dış politikanın bir yan ürünüdür. Yani aslında iç politikayı dış politika yönlendirir. Atatürk’ün karşılaştığı “Mandacılık” sorunu bugün de bir numaralı iç politika sorunudur. Mandacılar “Süper Güçlerle iyi geçinelim, daha kârlı çıkarız.” dediğinde, karşı taraf da “Çıkarlarımız örtüşmüyor: Hem parasal zarar ederiz hem de sonunda açıkça belirttikleri gibi bizi parçalarlar.” der. Batı bizi bölmek istediğini artık gizlemediğine ve bunu açıkça haritalar çizip ordumuzla savaşarak belirttiğine göre çağdaş mandacıların hesabı benim tarafımdan anlaşılmamaktadır. Demek istediğim şudur ki, seçimlerde Süper Güçlerin desteklediği partilerle desteklemediği partiler yarışıyor.

Gelecek yazımda “Süper Güçlerin” gölgesinde yolumuzu nasıl seçeceğimizi 5 dakika konuşalım.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.